ANAFOR VE “MAKUL ŞÜPHE”
Herkesin klavye başında ve kendi başına ha bire “yazdığı”, ama iki kişinin birlikte pek bir şey “yazamadığı” günlerdeyiz…
Her zaman kavramlar üstünden yürür mücadele; dil üstünden yürür, ama bu kadar uçunumlu bu uçurum yeni: Yalan, hep olduğu gibi bir paradigma sorunu olmaktan çıkıp varoluşun en arsız hallerinin adı oldu artık…
Goebbels’in “kültür lafını duyduğumda tabancamı arıyorum” sözünün günümüzde ayıp kaçacağını öğrenmiş bulunan siyaseten doğrucu Kültür Bakanı Ö. Çelik, aynı Goebbels’in yalan teorisinin sağlamlığına (“yalan atın, mutlaka inanan çıkacaktır”) güveniyor olmalı ki, polisin “makul şüphe” ile davranmasında ya da bütün makul olmayan davranışları karşısında bizden esirgediği “demokratlığını” kültür alanına boca ediyor: “Kültürel hayatın üzerinde ideolojik baskı devam ediyor”muş… Ve: Türkiye’nin demokratikleşmemiş alanlarının başında kültür-sanat mahallesi” gelmekteymiş!
Bütün bu hafiflik nasıl bir zeminde gerçekleşiyor?
Gasset’in cevabı şu: “Şimdiye dek başkalarınca yönetilmiş olan vasat insan, dünyayı kendisi yönetmeye karar vermiştir. Toplum alanında ön plana fırlama kararı, temsil ettiği yeni insan tipi henüz olgunluğa kavuşmamışken kendiliğinden oluşuvermiştir. Yaşamın kolay, bereketli olduğu ve kesin kısıtlamalara bağlı bulunmadığı yolunda doğuştan köklü bir inanç taşıyan bu tip, bunun doğal sonucu olarak içinde bir iktidar ve yengi duygusu taşımakta, bu duygu onu kendisine bugünkü haliyle büyük saygı beslemeye, moral ve entelektüel verilerini mükemmel, olgun olarak nitelemeye yöneltmektedir. Bu kendi kendinden memnunluk, onu kendi dışında herhangi bir şeye ya da kimseye danışma gereksiniminden engeller. Kabuğu içine kapanmasına, hiçbir şeyi dinlememeye, fikirlerini yargılara kapalı tutmaya, başkalarının varlığını hesaba katmamaya yöneltir. İçten iktidar duygusu, onu daima üstünlüğünü yürütmeye zorlar. Böyle olunca da, dünyada varolan sadece kendisi ve kendisi gibi olanlarmış gibi davranmaya başlar”…
Resimlerim, bu tipolojinin kararttığı atmosferin ürünleridir…
Ancak, sanat söz konusu olduğunda önemli bir mesele daha var. Özcan Türkmen buna şöyle işaret ediyor: “Bilim vardır, fakat bilimin formül ve denklemleri bize yetmez. Felsefe vardır, fakat felsefenin kavramları bize yetmez. Tüm disiplinler tek başına yetersizdir ve bizi ikna etmekten uzaktırlar. Yine de onların her birine birer disiplin halinde, ayrı ayrı ihtiyaç duyarız. Sanatın, Lacan’ın sözünü ettiği ‘simgesel’ ile ‘gerçek’ arasındaki kapanmaz boşlukta, hayati bir işlevi vardır. Varlık nedeni, daha doğrusu çıkış noktası da o boşluktur. İnsan, bu boşluğu, Goethe’nin deyişiyle ‘insanın doğa karşısındaki yuvası olan kültür’e, dile doğru çekmeye çalışır. Sanatın imgesi, insanın bu dile çekme çabasında olanca gayretine karşın anlamlandırmakta zorlandığı, simgeselleştiremediği şeylerin bir ifadesi, bir tür bilgisi olarak karşımıza çıkar. ‘Gerçek’ simgeselleştirilememiş, fakat bu çabanın sonucunda yine de boşlukta bir imge yaratılarak bu imge kültüre sanat yapıtı olarak geri kazanılmıştır. (…) Form, sanatın dili olduğu için, sanat, kaçınılmaz olarak formun dili ile konuşur. Kavramın yetmediği yerde, kavramın aydınlatamadığı itkilerle, kavramsallaştırılamayan eserler verme işidir. (…) Sanatın felsefeye indirgenmesi ve salt kavramlarla konuşması diye bir şey, kelimelerle şeyler arasındaki boşluk hiçbir zaman kapanmayacağı, o boşluktan da simgesel alanda ancak forma tutunabilen sanat yapıtları türeyip duracağı için hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Hegelyan anlamda söylersek, sanat elbette ‘kekeme’, hatta göz kadar dilsizdir. Güzel (kökeninde ‘gözel’), adı üzerinde, göze hitap eden, bu nedenle de öncelikle duyusal bir niteliği olan demektir. (…) Sanat yapıtı aracılığıyla deneyimlediğimiz estetik yaşantı, anlama yetimizle hayalgücümüz arasında, yapıtın duyusal formu tarafından uyarılan serbest bir oyundur”…
Bunları da hatırlatmak isterim…
Ali Osman Coşkun
17 EKİM 2014